Evin balkonunda, eski bir tencere su doluydu. O tencere, her akşam titizlikle temizlenip, taze su ile doldurulurdu. Balkonun sessizliği sabahın ilk ışıklarıyla birlikte cıvıldayan güvercinlerle dolmaya başlardı. İlk gelen güvercin ürkekçe tencerenin kenarına kondu, başını eğip suyun serinliğini hissetti. Ardından, birkaç kanat çırpışıyla diğerleri de gelmeye başladı.
Bazıları yalnızca birkaç yudum alıp uçarken, bazıları suyun içine girip serinliğin tadını çıkarırdı. Su damlaları, güvercinlerin kanatlarından parlayarak yere düşerken güneş ışığında küçük gökkuşakları yaratıyordu. Balkon, bir anda bir küçük göletin kenarındaki huzurlu bir köşe gibi olmuştu.
O anlarda, suyun şıpırtısıyla güvercinlerin kanat sesleri birbirine karışıyor, zaman yavaşlıyor gibi hissediliyordu. Balkon, yalnızca bir evin uzantısı değil, doğanın küçük bir parçası olmuştu. Eski tencere, o anlarda basit bir eşya olmaktan çıkıp, canlılara yaşam sunan bir kaynağa dönüşüyordu. Her akşam su tazelendiğinde, hayat da tazeleniyor gibiydi—belki de bu balkon, yalnızca güvercinlerin değil, insan ruhunun da serinlediği bir yer olmuştu.